‘Devletin şiddeti, iktidar teknikleriyle toplumsal
rızaya nakşedilmiştir.
Kurumsal şiddetin aynısı toplumsal bünyede de içkindir.’
Deleuze
Resmi ve Gayri Resmi Faşizmin AK/(Sure)tleri
Bu
ülkede, geçmişten beri ‘halkın gerçek dostları devrimcilerdir’ ön kabulü
yüzünden sol söylem, faşizmin kitleler ile olan bağını yumuşak ve temkinli bir
dil tonlaması ile bazen de bu bağı geçiştirerek faşizmin sivil alanını
‘kandırılmış kitleler’ şeklinde tasavvur etmiştir. Faşizmin devlete laf
ettirmeme refleksindeki yanılgının bir benzeri devrimcilerin halkı ‘incitmeme’
refleksinde ortaya çıkar. Halkı yanlış kodlama ve halkla kurulan problemli
ilişki yüzünden toplumsal akışı sürekli kodlayan ve soyut bir kapma makinesi
gibi çalışan devletin ve onun faşizminin sokaktaki, evdeki, gündelik dildeki
karşılıkları silik hale getirilmiştir. Faşizm çözümlemelerinde kitlelerin
insanı kahreden konformizmi ve sessizliğine çokça vurgu yapılırken kitlelerin faşizmi
olumlayan, onaylayan ve arzulayan konumları genellikle dışarıda bırakılmıştır. Sivil
faşizm, işini ve pazarını kaybetmekten korkanlar ile pazarda işi olmayan
lümpenlerin ittifakıdır. Despotun tehdidi olan ölüm ve acı uygulamalarına eşlik
eden bu müttefikler, en katmerli zulmün bile yanından sessizce geçen yığınların
ölmüş refleksleriyle birleştiğinde faşizm gündelik varoluşun bütün kılcallarına
kadar yayılır. Barış Mitingi Katliamından hemen sonra bir köprünün ayağına
yazılan şu yazı vahşetin artık devletten çıkıp insanların günlük varoluşlarında
nasıl içselleştiğine dair derin bir özettir: ‘Bizi bombaların sesi değil, sizin
sessizliğiniz öldürdü!’
Bir
toplanış, bir kapma, yutma ve dönüştürme aygıtı olan devletin uyguladığı faşizm
ve vahşet karşısında kitlelerin almış olduğu pozisyon, ‘insanın iyi olan
doğasını devletler bozmuştur’ sayıklamasını yerle bir eder. Çünkü söz konusu
yurttaşın hayali öznelerle bezenmiş milliyetçi hezeyanı devletin her türlü
vahşetini olumlayan ve meşrulaştıran ideolojik bir reflekse çoktan dönüşmüştür.
Sosyal medyada ‘Bu gün Ankara’da yasımız var’ tagına karşı ‘Bu gün Gar
Meydanında şenlik var’ söylemi hiçbir reel politiğin açıklayamayacağı türden
bir kusma, hınç, aşağılama ve acınası bir alçalma gösterisine dönüşmüştür.
Kendini
karizmatik lider ile özdeşleştirip güce tapan hınç dolu kitlelere dönüşen,
Fromcu anlamda özgürlükten kaçan ve mutlak otoriteye biat eden bu güruhların
ilk fırsatta üzerlerine yürüyecekleri toplulukların özgürlük isteyen
topluluklar olması olağandır. Kürtlerin ve devrimcilerin üzerine her fırsatta
sürülen bu kitlelerin maddi arzuları sürekli üretilirken Neo-Osmanlı mitini
bütün siyasal argümanlarına yediren AKP bu kitlelerin Batı karşısındaki nefret-hayranlık
karışımı kompleksini sürekli kaşıyarak toplumsal bir içe kapanmacılığı yaratıp Halep’te
Cuma namazı kılma fantezisini ‘Büyük Türklük’ yanılsamasına iliştirerek
faşizmin harcını karmaya devam etmektedir.
Türk
Faşizmin Tasavvurunda Kürt Beden Politikası
Devlet’in, Kürtlerin
ve devrimcilerin bedenleriyle kurmuş olduğu ilişki, hem Focuault’un söz ettiği
Ortaçağa özgü öldürme ve cesedi teşhir etme, hem de cesede işkence ederek ‘ölüm’
karşısındaki temel insani duygulanımlar olan utanma, hürmet ve saygıyı
tamamıyla ortadan kaldırma ilişkisidir. Devlet, mezarlık bombalarken ya da tahrip
ederken, yerde yatan yaralı insanlara gaz sıkarak öldürmeye çalışırken ve
bombalarla insan bedenlerini tanınmaz hale getirirken de bizlere net bir mesaj
verir: ‘Ölülerinizi asla iyi
hatırlamayacaksınız! Böylelikle
acının uygulayıcıları, ölenlerin dostlarına ve yoldaşlarına ölenlerin
acısını defalarca yaşatarak bizleri, acının sürekli üretildiği ve
sonsuzlaştırıldığı bir vahşet uzamının içine hapsederler…
Kürt
bedeni, devletin ve Türk faşizminin tasavvur dünyasında Kürt inşaat ve tarım
işçisi, Kürt temizlikçi, Kürt çöp toplayıcısı, Kürt hamal, Kürt seyyar satıcı
şeklinde uzayan bir ‘alt beden’ formu üzerinden kodlanmıştır. Bu kod, bu gün
ülke bütünlüğüne kasteden bütün düşmanlar için bir ayete dönüşen ‘Bir gün,
İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak
için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini
düşünmeyeceksin!’ talimatıyla birleştiğinde devletin yarım bıraktığı
işi tamamlama misyonunu kendiliğinden faşist kitlelere yükler. Bu ayet, bu gün toplu
linç girişimlerinde ve yürüyüşlerde ‘operasyon değil soykırım istiyoruz’ diye
bağıran güruhların çağrılarına dönüşmüştür. Pozantı’da yaşamını yitiren
gerillaları devletin elinden alıp yakmak için devlet binalarına yürüyen
kitleler, faşizm ve vahşet konusunda ‘muteber halkın’ devlete bile rahmet
okutacak düzeye gelebileceklerinin bir göstergesidir.
1990’larda
kitleleri tarayıp öldüren devlet son dönemlerde bedenin fiziksel varlığına bile
tahammül edemeyip bombalarla parçalamakta ya da tanınmaz hale getirerek onu
form dışı bir biçimsizliğe dönüştürmektedir ya da bunu
amaçlamaktadır. Amed'ten Suruç'a oradan Ankara Gar'ına uzanan katliamlar
silsilesinde yüzlerce insanın caddelere saçılmış cesetleri ve yerde yaralı yatan
insanlara gaz sıkarak boğma girişimi tam da bedenin nasıl bir pornografik
vahşet gösterisinin alanına dönüştürüldüğünün utanç vesikalarıdır.
Kitlelerin
faşizmini yumuşatmak için liberal ağızlardan dökülen ‘öfkeli kalabalıklar’,
‘toplumsal hassasiyetler’ ve ‘gergin kitleler’ kavramları damıtılmış ya da
inceltilmiş bir faşizm meşrulaştırmasından başka bir şey değildir. Kandırılmış
kitleler efekti, Deleuze’nin dediği gibi aslında kandırılan değil faşizmi
arzulayan kitlelerin’ durumuna gönderme yapar. Gar Katliamında yaşamını yitiren
yüzlerce insan için yapılan saygı duruşu esnasında Konya stadyumunda tekbir
getirerek saygı duruşunu yuhalayan kitlelerin ruhu, hiçbir izahatın aklayıp
meşrulaştıramayacağı bir kusmanın kudurganlığıdır.
Bu
gün hepimiz için bir toplama kampına dönüştürülen bu ülkede olağanüstü hallerin
olağanlaştığı ve istisnai hallerin kurala dönüştüğü kamp ile hapishane arası ve
Agamben’in deyimiyle bir ‘belirsiz mıntıkada’ yaşamaktayız. Bu belirsiz
mıntıkada ölümün ve katliamın nereden geleceği belirsizdir. Bu toplama kampında
uğuldayan kitlelerin önemli bir kısmı kampın gardiyanı, tetikçisi ve ajanı
olmaya çoktan rıza getirmiştir. Devletin ölüm ile yaşam arasındaki o belirsiz
mıntıkada tuttuğu ve teslim aldığı faşist kitleler tıpkı tapındıkları
iktidarlar gibi her an bedenlerimizi hedefleyebilirler. Çünkü teslim alınamamış
bir insanın bedeni o insanın en son direniş kalesidir. O yüzden o bedenler
bazen günlerce derin dondurucularda bekletilebilir, öldüresiye dövülerek
Atatürk büstü öptürülebilir, kafasına postallarla basılıp ‘Türkün Gücü’ pozları
verilebilir, panzerlerin ardından bütün et kemiklerden sıyrılıncaya kadar
sürüklenebilir; üstüne üstlük aynı cesede ana avrat küfür de edilip bu gösteri
bir erkeklik ve güç gösterisine de dönüştürebilir. Faşizm bazen de
güçlendirilmiş TNT ve bilyelerle yüzlerce bedeni aynı anda paramparça edebilir;
aynı faşizm TNT’nin paramparça ettiği insanların anısına bırakılan karanfilleri
bir garsona tekmeletebilir, açlıktan yüzü çökmüş bir yoksula ‘orada tek
bir Türk bayrağı yoktu; kesinlikle hiçbirine acımadım’ dedirtebilir.
Kibrin ve pişkinliğin o itici aralığında duran bir belediye başkanına ‘yas tutmak
zorunda mıyım’ dedirtebilir.
Tarihin bu cinnet ve felaketler aralığında, öfkeden lallaşan dilimize ve ölümden yorulan kalplerimize rağmen ölülerimizin kalbi bizim göğüs kafesimizde atmaya devam edecektir; ta ki yeni birimiz düşünceye kadar ve ta ki faşizm pılısını pırtısını toplayıp bu topraklardan defolup gidinceye kadar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder