29 Ekim 2015

TEKMELENEN KARANFİLLER VE FAŞİZMİN AK (SURE)TLERİ



 

‘Devletin şiddeti, iktidar teknikleriyle toplumsal rızaya nakşedilmiştir.

          Kurumsal şiddetin aynısı toplumsal bünyede de içkindir.’

                                                                                                                   Deleuze

                                     

Resmi ve Gayri Resmi Faşizmin AK/(Sure)tleri

Bu ülkede, geçmişten beri ‘halkın gerçek dostları devrimcilerdir’ ön kabulü yüzünden sol söylem, faşizmin kitleler ile olan bağını yumuşak ve temkinli bir dil tonlaması ile bazen de bu bağı geçiştirerek faşizmin sivil alanını ‘kandırılmış kitleler’ şeklinde tasavvur etmiştir. Faşizmin devlete laf ettirmeme refleksindeki yanılgının bir benzeri devrimcilerin halkı ‘incitmeme’ refleksinde ortaya çıkar. Halkı yanlış kodlama ve halkla kurulan problemli ilişki yüzünden toplumsal akışı sürekli kodlayan ve soyut bir kapma makinesi gibi çalışan devletin ve onun faşizminin sokaktaki, evdeki, gündelik dildeki karşılıkları silik hale getirilmiştir. Faşizm çözümlemelerinde kitlelerin insanı kahreden konformizmi ve sessizliğine çokça vurgu yapılırken kitlelerin faşizmi olumlayan, onaylayan ve arzulayan konumları genellikle dışarıda bırakılmıştır. Sivil faşizm, işini ve pazarını kaybetmekten korkanlar ile pazarda işi olmayan lümpenlerin ittifakıdır. Despotun tehdidi olan ölüm ve acı uygulamalarına eşlik eden bu müttefikler, en katmerli zulmün bile yanından sessizce geçen yığınların ölmüş refleksleriyle birleştiğinde faşizm gündelik varoluşun bütün kılcallarına kadar yayılır. Barış Mitingi Katliamından hemen sonra bir köprünün ayağına yazılan şu yazı vahşetin artık devletten çıkıp insanların günlük varoluşlarında nasıl içselleştiğine dair derin bir özettir: ‘Bizi bombaların sesi değil, sizin sessizliğiniz öldürdü!’

Bir toplanış, bir kapma, yutma ve dönüştürme aygıtı olan devletin uyguladığı faşizm ve vahşet karşısında kitlelerin almış olduğu pozisyon, ‘insanın iyi olan doğasını devletler bozmuştur’ sayıklamasını yerle bir eder. Çünkü söz konusu yurttaşın hayali öznelerle bezenmiş milliyetçi hezeyanı devletin her türlü vahşetini olumlayan ve meşrulaştıran ideolojik bir reflekse çoktan dönüşmüştür. Sosyal medyada ‘Bu gün Ankara’da yasımız var’ tagına karşı ‘Bu gün Gar Meydanında şenlik var’ söylemi hiçbir reel politiğin açıklayamayacağı türden bir kusma, hınç, aşağılama ve acınası bir alçalma gösterisine dönüşmüştür.

Kendini karizmatik lider ile özdeşleştirip güce tapan hınç dolu kitlelere dönüşen, Fromcu anlamda özgürlükten kaçan ve mutlak otoriteye biat eden bu güruhların ilk fırsatta üzerlerine yürüyecekleri toplulukların özgürlük isteyen topluluklar olması olağandır. Kürtlerin ve devrimcilerin üzerine her fırsatta sürülen bu kitlelerin maddi arzuları sürekli üretilirken Neo-Osmanlı mitini bütün siyasal argümanlarına yediren AKP bu kitlelerin Batı karşısındaki nefret-hayranlık karışımı kompleksini sürekli kaşıyarak toplumsal bir içe kapanmacılığı yaratıp Halep’te Cuma namazı kılma fantezisini ‘Büyük Türklük’ yanılsamasına iliştirerek faşizmin harcını karmaya devam etmektedir.

Türk Faşizmin Tasavvurunda Kürt Beden Politikası
Devlet’in, Kürtlerin ve devrimcilerin bedenleriyle kurmuş olduğu ilişki, hem Focuault’un söz ettiği Ortaçağa özgü öldürme ve cesedi teşhir etme, hem de cesede işkence ederek ‘ölüm’ karşısındaki temel insani duygulanımlar olan utanma, hürmet ve saygıyı tamamıyla ortadan kaldırma ilişkisidir. Devlet, mezarlık bombalarken ya da tahrip ederken, yerde yatan yaralı insanlara gaz sıkarak öldürmeye çalışırken ve bombalarla insan bedenlerini tanınmaz hale getirirken de bizlere net bir mesaj verir:  ‘Ölülerinizi asla iyi hatırlamayacaksınız! Böylelikle acının uygulayıcıları, ölenlerin dostlarına ve yoldaşlarına ölenlerin acısını defalarca yaşatarak bizleri, acının sürekli üretildiği ve sonsuzlaştırıldığı bir vahşet uzamının içine hapsederler… 

Kürt bedeni, devletin ve Türk faşizminin tasavvur dünyasında Kürt inşaat ve tarım işçisi, Kürt temizlikçi, Kürt çöp toplayıcısı, Kürt hamal, Kürt seyyar satıcı şeklinde uzayan bir ‘alt beden’ formu üzerinden kodlanmıştır. Bu kod, bu gün ülke bütünlüğüne kasteden bütün düşmanlar için bir ayete dönüşen ‘Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin!’ talimatıyla birleştiğinde devletin yarım bıraktığı işi tamamlama misyonunu kendiliğinden faşist kitlelere yükler. Bu ayet, bu gün toplu linç girişimlerinde ve yürüyüşlerde ‘operasyon değil soykırım istiyoruz’ diye bağıran güruhların çağrılarına dönüşmüştür.  Pozantı’da yaşamını yitiren gerillaları devletin elinden alıp yakmak için devlet binalarına yürüyen kitleler, faşizm ve vahşet konusunda ‘muteber halkın’ devlete bile rahmet okutacak düzeye gelebileceklerinin bir göstergesidir.

1990’larda kitleleri tarayıp öldüren devlet son dönemlerde bedenin fiziksel varlığına bile tahammül edemeyip bombalarla parçalamakta ya da tanınmaz hale getirerek onu form dışı bir biçimsizliğe dönüştürmektedir ya da bunu amaçlamaktadır. Amed'ten Suruç'a oradan Ankara Gar'ına uzanan katliamlar silsilesinde yüzlerce insanın caddelere saçılmış cesetleri ve yerde yaralı yatan insanlara gaz sıkarak boğma girişimi tam da bedenin nasıl bir pornografik vahşet gösterisinin alanına dönüştürüldüğünün utanç vesikalarıdır.  

Kitlelerin faşizmini yumuşatmak için liberal ağızlardan dökülen ‘öfkeli kalabalıklar’, ‘toplumsal hassasiyetler’ ve ‘gergin kitleler’ kavramları damıtılmış ya da inceltilmiş bir faşizm meşrulaştırmasından başka bir şey değildir. Kandırılmış kitleler efekti, Deleuze’nin dediği gibi aslında kandırılan değil faşizmi arzulayan kitlelerin’ durumuna gönderme yapar. Gar Katliamında yaşamını yitiren yüzlerce insan için yapılan saygı duruşu esnasında Konya stadyumunda tekbir getirerek saygı duruşunu yuhalayan kitlelerin ruhu, hiçbir izahatın aklayıp meşrulaştıramayacağı bir kusmanın kudurganlığıdır.

Bu gün hepimiz için bir toplama kampına dönüştürülen bu ülkede olağanüstü hallerin olağanlaştığı ve istisnai hallerin kurala dönüştüğü kamp ile hapishane arası ve Agamben’in deyimiyle bir ‘belirsiz mıntıkada’ yaşamaktayız. Bu belirsiz mıntıkada ölümün ve katliamın nereden geleceği belirsizdir. Bu toplama kampında uğuldayan kitlelerin önemli bir kısmı kampın gardiyanı, tetikçisi ve ajanı olmaya çoktan rıza getirmiştir. Devletin ölüm ile yaşam arasındaki o belirsiz mıntıkada tuttuğu ve teslim aldığı faşist kitleler tıpkı tapındıkları iktidarlar gibi her an bedenlerimizi hedefleyebilirler. Çünkü teslim alınamamış bir insanın bedeni o insanın en son direniş kalesidir. O yüzden o bedenler bazen günlerce derin dondurucularda bekletilebilir, öldüresiye dövülerek Atatürk büstü öptürülebilir, kafasına postallarla basılıp ‘Türkün Gücü’ pozları verilebilir, panzerlerin ardından bütün et kemiklerden sıyrılıncaya kadar sürüklenebilir; üstüne üstlük aynı cesede ana avrat küfür de edilip bu gösteri bir erkeklik ve güç gösterisine de dönüştürebilir. Faşizm bazen de güçlendirilmiş TNT ve bilyelerle yüzlerce bedeni aynı anda paramparça edebilir; aynı faşizm TNT’nin paramparça ettiği insanların anısına bırakılan karanfilleri bir garsona tekmeletebilir, açlıktan yüzü çökmüş bir yoksula ‘orada tek bir Türk bayrağı yoktu; kesinlikle hiçbirine acımadım’ dedirtebilir. Kibrin ve pişkinliğin o itici aralığında duran bir belediye başkanına ‘yas tutmak zorunda mıyım’ dedirtebilir.

Tarihin bu cinnet ve felaketler aralığında, öfkeden lallaşan dilimize ve ölümden yorulan kalplerimize rağmen ölülerimizin kalbi bizim göğüs kafesimizde atmaya devam edecektir; ta ki yeni birimiz düşünceye kadar ve ta ki faşizm pılısını pırtısını toplayıp bu topraklardan defolup gidinceye kadar… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder